Platon’un aşkla ilgili diyaloglardan oluşan “Şölen” kitabında geçen bir tartışmada, Aristophanes şu hikayeyi anlatır;

İnsanlar her zaman bugünkü gibi dişi ve erkek olarak ikiye ayrılmıyordu. İnsan soyu ilk başta üç çeşitti. Üçüncü çeşit olan Androgynos hem kadını hem erkeği içine alan bir çeşitti. Bu insanlar  yuvarlak bir topa benzerdi. İstedikleri zaman bizim gibi adım atabilir ya da bir tekerlek gibi istedikleri yöne hızlıca döne döne gidebilirlerdi. Bu insanlar, mutlu ve eksiksiz hissederler ki göğe tırmanarak Tanrılara karşı koymak isterler. Bu kibirleri yüzünden Zeus ve öbür tanrılar onları cezalandırmak ister ve Zeus bir yol bulur. Onları ortadan ikiye böler. İnsanlar böyle ikiye bölününce diğer yarılarına özlem duyar, onu bularak sarılıp tekrar bütün olma arzusuyla yanıp tutuşurlar ve bunun içindir ki biz de hep tamamlayıcı parçamızı arar dururuz. Bu diğer yarı dişi de, erkek de olabilir. Az önce bahsedilen Androgynos türünden bölünen erkekler, kadınlara, kadınlar da erkeklere ilgi duyarken diğer türlerden bölünen kadınlar kadınlara, erkekler de erkeklere ilgi duyar. Bir şekilde bu yarımızla karşılaştığımızda derin bir sevgiyle vurulmuşa döneriz ve bir an olsun ondan ayrılmak istemeyiz. Aristophanes’e göre bizim soyumuz için mutluluğun anahtarı bizi tamamlayan sevgiliyi bulmak ve ilk yaradılışımıza dönmek, böylece eksikliğimizi gidermiş oluruz.

Eminim ki bu hikaye, hepimizin aklına ruh eşi kavramını getirdi. Farklı tanımları olsa da  ruh eşinin aklımızdaki ilk çağrışımı bulduğumuzda hiçbir çaba harcamadan derin bir bağ ve yakınlık hissedeceğimiz, bizi tamamlayan ve sonsuza kadar mutlu bir şekilde ilişki kuracağımız biridir. Biz onun eksiğini, o bizim eksiğimizi tamamlar ve böylece ne başka birine gözümüz kayar ne de başka bir şeye ihtiyaç duyarız. Aşka bu şekilde baktığımızda tek mesele ruh eşimizi bulup bulamamak olur. Bulduğumuz takdirde onunla ne yapacağımız üzerine pek düşünmeyiz. Ne zaman bir ilişkide zorluk yaşasak, tam olarak anlaşılmadığımızı ve ihtiyaçlarımızın karşılanmadığını hissetsek ve bir şekilde ilişki bitse demek ki ruh eşim değilmiş der işin içinden rahatça çıkabiliriz. Ruh eşimizi bulana kadar da aynı şekilde ilişki kurmaya devam ederiz.

Peki gerçekten ruh eşini bulan ve eksiklik hissetmeden sonsuza kadar mutlu yaşayabilen insanlar var mı? Hem kendi deneyimlerimize hem çevremizdeki ilişkilere baktığımızda durum pek öyle değil gibi ama bu açıklama hepimiz için çok rahatlatıcı olsa gerek. Çünkü tek yapmamız gereken “o kişi” yi bulmak ya da onun bizi bulmasını beklemek. Ona duyduğumuz yakınlık ve aşk, doğamız gereği ve irademiz dışı olduğu için de ilişkide yaşananların sorumluluğunu almak zorunda kalmamak.

 

Lacan’a göre yukarıda bahsettiğim mit gerçeği yansıtmaz. Çünkü kendi varlığımıza dair eksik, kayıp olan şeyi başkasının tamamlaması mümkün değildir. Aşık olmak da bu eksiği ötekiyle kapatabileceğimize dair bir cevap arayışıdır ve birinin bu eksiği kapatacağına inanarak aşık oluruz. Lacan, birine seni seviyorum demenin ben de bir eksik var ve sen bunu kapatabilirsin demekle aynı olduğunu söyler. Biz de aynı şeyi partnerimize vaad ederiz. Fakat zaten neyin eksik olduğunu biz de bilemediğimiz için karşıdakinin bu eksiği tamamlayamadığını fark edince kendimize başka aşk nesneleri bulmak isteriz. Bu karşı taraf için de geçerli, hiçbir zaman partnerimizle arzularımız, isteklerimiz tam olarak denk düşmez. Bu yüzden Lacan aşkı, bizde olmayan şeyi onu istemeyen birine vermeye çalışmak olarak tanımlar. Neden bu eksiğin tamamlanmasını partnerimizden beklediğimizin ve neden bir türlü kapatılamadığının nedenleri elbette var. Ama bu başka bir yazının konusu olabilir. Lacan’a göre çözüm, insan varlığında eksik ve kayıp olan bir şeyin olduğunu kabul etmek ama bu mitteki gibi eksiğimizi ötekinde aramaktansa, psikanalizle kişinin kendi eksiğine yönelmesini, bu eksikle temas etmesini sağlayarak kişiye yeni bir arzu alanı sağlamaktır.

Bu konudaki bir diğer eleştiri ve çözüm önerisi için varoluşçu bakış açısından bakabiliriz. İngilizce’de aşık olmak ‘fall in love’ olarak ifade edilir. Tam çevirisi ‘aşka düşmek’. Yani irademiz dışında, elimizde olmadan biraz da korkutan, şaşırtan bir deneyim. Aşkı bu şekilde tanımlamak, ne hissettikleriyle teması olmayan kişiler için de çok kullanışlı. Kendi isteklerimi, ihtiyaçlarımı, duygularımı bilmeden, onların üzerine düşünmeden aşkı seçmek çok da kolay olmasa gerek. En iyisi sorumluluk almadan bir anda düşmek ve bu olduğunda da tamamlanmış hissetmeyi beklemek. Peki aşkı seçmek ne demek? Ruh eşimizle, diğer yarımızla “bir şekilde” karşılaşıp sonsuza kadar mutlu olacağımıza inanmak varken (ki bu inancın Lacan’a göre gerçekçi olmadığını anladık) neden seçim yapıp aşkın büyüsünü bozalım?

Erich Fromm “Sevme Sanatı” adlı kitabında sevmenin sadece bir his değil, bir karar, bir vaad ve eylem olduğundan bahseder. Birini sevmeyi kendi irademizle tercih edebiliriz. Bu da kendi istek ve ihtiyaçlarımızı değerlendirip ona göre bir partner seçimiyle mümkün olabilir. Hemen aklımıza böyle bir kararın ve aşk üzerine konuşmanın aşkı öldüreceği ve büyüyü bozacağı fikri gelebilir. Aksine bu istek ve ihtiyaçlar açıkça konuşulup zor da olsa kendimizin açıklarını, eksikliklerini dürüstçe ifade edebildiğimizde ve bunun için emek harcadığımızda aşk daha geliştiren, dönüştüren bir deneyim olarak yaşanır. Ama bu elbette kendimizi açma riskini göze alabilirsek mümkün olur. Bell Hooks “Hep Aşka Dair” kitabında gerçek aşkın bizi tamamlayacak birini bulup sonsuza kadar mutlu yaşama olarak tanımlanmasını bir çocukluk fantezisi olarak görür. Aslında bu düşünce izlediğimiz filmler, okuduğumuz romanlar ve dinleyerek büyüdüğümüz masallarla da desteklenir. Çoğunlukla karakter belki de hiç olmayacak birine bir anda aşık olur, mücadele eder ve kavuştuklarında hikaye biter. Biz de ya sonsuza kadar mutlu yaşadıklarına inanmak isteriz ya da bu hikayede bize açıkça söylenir. Belki gerçekten sonsuza kadar mutlu yaşarlar ama bunun da emek gerektirdiğini hiç duymayız. Bu fanteziyi yetişkinliğe taşıdığımızda hoşlandığımız ya da aşık olduğumuz birine daha çekici ve iyi gelen özelliklerimizi gösterir, karşıda da bunları görürüz. Bu başlarda çok keyifli ve etkileyici bir deneyim olur. “O kişi”yi bulduğumuzu düşünürüz. İlişki devam ettiğinde ve her iki tarafın da gerçek yönleri ortaya çıkıp kırgınlıklar, sorunlar arttığında sanki bir yabancıyla ilişkiyi sürdürüyor gibi hissederiz. En başta tanıdığımız ya da tanıttığımız kişiden eser yoktur. Sonrasında ya belki de hiçbir ortak noktamız olmadığını gördüğümüz ama aşık olduğumuz kişi olduğu için iyi gelmeyen bir ilişkiyi sürdürürüz ya da hemen başka aşk nesneleri bulmak isteriz.

Gerçek aşk, her iki tarafın da birbirinin gerçek yanlarını, eksikliklerini, ihtiyaçlarını açıkça görmeye istekli ve kararlı olduğunda, karşıdakini etkilemeye ve onun etkisine de kendimizi açmakla yaşanabilir. Bunu yapabilmek korkutucu gelebilir çünkü kendimizi savunmasız ve çıplak hissedebiliriz. Tam da bu yüzden birini sevmek belki tekrar tekrar verdiğimiz riskli bir karar. Bu riski almak istemediğimizde belki duygusal olarak zarar görme olasılığımız ya da kaçındığımız şey her neyse onunla karşılaşma ihtimalimiz azalır ama bu durumda da  tatmin edici ve geliştirici bir aşk deneyimden de kendimizi mahrum bırakmış oluruz.

 

Konu Hakkında Detaylı Bilgi Almak İçin İletişime Geçiniz